1 Mayıs 2015 Cuma


Bir garip “Ordinaryus”
LEFTER

Tribünler bağırdı binlerce kere
Ver Lefter’e yaz deftere
Bitti kalem doldu defter
Efsaneler ölmez Lefter”

Dünyanın merkezinde, Büyükada’da yoksullukla başlayan bir hikayenin baş kaharamanı Lefter Küçükandonyadis. Gazete kağıtlarından yaptığı futbol topunun peşinde başlayıp, Fenerbahçe ve dünya takımlarında devam eden ve tekrar gönül verdiği Fenerbahçe’de noktalanan muhteşem bir başarı öyküsü. 7 yaşında düştüğü meşin yuvarlağın peşinde geçirdiği 87 yıllık koca bir ömür. Acılara rağmen gururla taşıdığı Türk Milli formasının “Ordinaryus”u, dünyanın “Turko”su. Çubuklu formanın en efsane ismi Lefter’in dünyanın merkezinde başlayıp, yine dünyanın merkezinde, Büyükada’da son bulan hikayesinden en özel, en acı, en mutlu, en unutulmaz anları sizler için derledik.

Yokluk içinde bir “Varlık”

11 Ekim 1942’de Türkiye’de yaşayan azınlıklar için Varlık vergisi çıkarıldığında Lefter 17 yaşındadır. Adada yaşayan tüm Gayrimüslim halk bu vergiden etkilenecek varlıklı aileler, ellerinde ne var ne yok satıp adayı terk etmek zorunda kalacaktır. Yoksulluğu ilk defa işe yarayacaktır Küçükandonyadis ailesinin ve Varlık vergisini ödeyemeyecek durumda oldukları için vergiden muaf tutulacklardır. Lefter’i bir yandan vatanında kalmanın mutluluğu saracak fakat giden arkadaşlarıyla adeta bir yanı da kopup gidecektir. Özgürlüktür isminin anlamı ama belkide ilk kez kendini biçare hissedecektir.


Asker ocağından, Fenarbahçe sahasına

O yıllarda çıkan zorunlu askelikle Lefter de kendini bir anda Diyarbakır’da asker ocağında bulur. 4 yıl süren vatani görevi boyunca Diyarbakır halkının da gönlünü kazanır bu genç adam. Her gün kıtadan kaçıp Diyarbakırlı sivil halkla yaptığı saha maçları yıllar geçse de hiç aklından çıkmaz Lefter’in. Askerliğinin son günlerinde Fenerbahçeli futbolcu Necip Tekcen’in aracılığıyla deneme maçına çıkar. Ve o gün attığı 3 gol hayatının da dönüm noktası olur. Artık askeri üniformayı çıkarıp uzun yıllar taşıyacağı çubuklu formayı geçirmiştir sırtına. Ve sene 1942’dir. Lefter kaderine çalım atarken, yeşil sahalar da futbolun “Ordinaryus”u ile tanışmaya hazırlanır.
Zamanında babasının ilaç parasını kendisine taktim eden Fenerbahçe yöneticilerine bu parayı misliyle geri kazandıracağına namusu ve şerefi üzerine söz veren Lefter, sözünü tutacak ve Fenerbahçe’ye aldığı borç paranın yüzlerce katını kazandırırken kendisi de gönlünü kaptıracaktır bir ömür tutkun olduğu sarı ile laciye…

Adnan Menderes’in isteği

Adnan Menderes Mısır’la Türkiye ilişkilerinin gergin olduğu dönemde Mısır’da oynanacak milli maç için takımı uğurlarken, Lefter’e; “Bütün takıma güveniyorum ama sana daha çok güveniyorum, sakın bizi mağlup etmeyin.” der. Lefter oynanan maçta kayda geçen dört golden üçünü atarak Menderes’e verdiği sözü yerine getirir ve görevini başarıyla tamamlamanın gururuyla döner yurduna. Adnan Menderes ise bu galibiyetin mutluluğuyla altın bir kol saati hediye eder efsane futbolcuya.

Dünya liginin efsane “Turko”su…

1951-53 yılları arasında italya’nın ACF Fiorentina ve Fransa’nın OGC Nice takımlarına transfer olur Lefter. Bir İtalyan takımında oynayan ilk Türk futbolcu olarak yazılır ismi futbol tarihine. Fiorentina’da dünyanın en pahalı futbolcularıyla top koşturan Lefter bu transferlerden iki buçuk milyon dolar alır. Ama onu aldığı para değil attığı gollerden sonra tibünlerde hep bir ağızdan atılan “Turko, Turko” nidaları daha çok mutlu eder.
İtalya’yı o dönem iki defa dünya şampiyonu yapan ünlü teknik direktör Vittorio Pozzo, Lefter’in futbol dehasını şu sözlerle anlatır kendisiyle röportaj yapan Halit Kıvanç’a; “Eğer benim avucuma topu sığdırmak mümkün olsaydı , inanıyorum ki Lefter benim avucumdaki o topla bile çalım atardı.”

Kadınların gözdesi Lefter

Yeşil sahaları inleten, fileleri titreten Lefter’in özellikle Rum kadınlar arasındaki cazibesi de günden güne artmaktadır. Çapkın değildir ama önüne gelen fırsatları da kimi zaman kaçırmak istemez yıldız oyuncu. Fakat söz konusu bir futbol karşılaşması ise kendisini iki gün önceden adada inzivaya çeker ve gözü 65 yıl aynı yastığa baş koyacağı İstavrini’den başkasını görmez.


Yunanların kabusu “Türk Tohumu”

23 nisan 1948’de Atina’da Yunanistan’la yapılan milli maçın kadrosunda Lefter de vardır. Türk milli takımı o gün Yunanitan’ı 3-1 yenerken, 2. golü Lefter atacak ve Şükrü Gülesin’in atacağı 3. golün de hazırlayıcısı olacaktır. 3-1’lik skorla Yunanistan’ın hezimete uğradığı maç sonrası tribünlerdeki sessizliği Yunanistan milli takımının sol beki Muratis’in “Türk tohumu” naralarıyla Lefter’i santraya kadar kovalaması böler.

Lefter’in en acı günü

5-7 eylül 1955’teki olaylar Büyükada'ya da sıçradığında Lefter hayatının en acı günlerinden birini yaşar. Bir grup çapulcu evini basıp çocuklarının yattığı oda başta olmak üzere evini taş yağmuruna tutar. “Vurun şu gavura” diye bağıran kalabalığın karşısında Lefter sabaha kadar elinde silahıyla bekler. Belki de kendini en güçsüz en savunmasız hissettiği günün sabahına haberi alan Fenerbahçe taraftarlarının vapurlarla adaya gelmesiyle içindeki hüzün, yerini umuda bırakır. “Emret Lefter abi, kim yaptıysa haddini bildirelim.” diyen taraftara yapanları tanımasına rağmen yine de hiçbir isim vermez. Yıllar sonra o günleri “Bir, iki kişinin yaptıkları bir millete maledilemez.” diye anlatır.

En büyük korkusu;

Dünyaya çalım atan koskoca yüreğin korkuları da vardı elbette… ömrünün sonuna kadar baş edemediği ama birlikte yaşayacağı uçak fobisi Paris’te oynanan bir maç sonrası Frankfurt’tan bindiği uçağın havada fırtınaya yakalanması sonrasında sirayet etmişti. Ama ne garip ki ömrünün son günlerinde Atina’daki akraba ziyareti esnasında rahatsızlanan Lefter’in imdadına ömrünce hiç barışamadığı uçak yetişecek ve Lefter bilinci kapalı bir vaziyette Fenerbahçesi'nin kendisine tahsis ettiği özel ambulans uçakla memleketine, Türkiye’ye getirilecektir.

Ordinaryus’un geç gelen ilkokul diploması

Futbolun Ordinaryus’u olmuştur ama daha bırakın lise diplomasını ilkokul diploması bile yoktur. Belki yoksulluk, belki çocuk yaşta gönül verdiği futbol erteler eğitim hayatını ama o asla vazgeçmez ve Bolu’da antrenörlük yaptığı 1967 yılında Bolu Cumhuriyet ilkokulundan alır ilkokul diplomasını.

Ayağındaki çıbanla bitmeyen 90 dakika

Hollanda’nın Belçikay’ı 7-0 yendiği maçın bir hafta sonrasında bu sefer eşleştiği takım Türkiye olacaktı. Büyük iddialarla sahaya çıkan Hollanda karşısında, penaltıdan yenen bir golün ardından Türkiye maçı 2- 1 aldığında bu skor herkes için bir sürpriz olarak karşılanacak ve bu maçta Lefter bir gece önce ayağında çıkan çıbana rağmen maçın sonuna kadar sahada kalacaktır. Çıbanlı ayağının acısını aldıkları galibiyetle bir nebze olsun unutacaktır Lefter.

Şairlerin gözünden Lefter

Türk Şiirinin usta kalemi Cemal Süreya, Lefter için şu satırları alır kaleme; “Lefter yalnızlığın büyük serüveninden dönen Ulysseus. Attığı golleri bir de İstanbul surlarının burçları arasından geçirirdi. Metin Oktay jimnastikçi, Lefter sanatçı. Metin’den destan, Lefter’den roman.”
Bir başka usta Bedri Rahmi Eyüboğlu ise şu dizelerle anlatır futbolun efsanesini;
İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir
Kanımın karıştığını duyarım ılık ılık
Memleketimin insanlarına
Daha fazla sokulmak isterim yanlarına
Ben de bağırırım birlikte
Avazım çıktığı kadar
Göğsümü gere gere
Ver Lefter’e
Yaz deftere!”...

Son söz;

13 ocak 2012’de cennete aldığı tek yön biletle son transfer sözleşmesini imzalar Türk futbolunun “Ordinaryus”u… ve geride yetişen yeni futbolculara “Olacaksan Lefter gibi ol”sözünün yükünü bırakarak.










24 Şubat 2015 Salı

MAHALLENİN EN AFİLİ ABİSİ METİN OKTAY

            
Hani bazı insanlar vardır, başında haresiyle doğan… görmezsiniz ama baktığınızda gözleriniz ışıldar, siz de bir anlam veremezsiniz nedir bu ışığın kaynağı diye. Bir anda kapılırsınız rüzgarına, aynı renklere tutkun olmasanız da, içten içe seversiniz onun renklerini. Çünkü aslında beyazdır sizi birleştiren, her rengi içinde harmanlayan. Metin Oktay dendiğinde elbette ki aklınıza ilk gelen Galatasaray olur, ama ne yaparsanız yapın onu sarı ve kırmızıyla sınırlayamazsınız. Sonsuzdur sizin gözünüzde Metin Oktay’ın rengi. Laciverttir; en yakışıklısından, sarıdır; en özgüründen, siyahtır; en asilinden, beyazdır; en sonsuzundan, kırmızıdır; en tutkulusundan, yeşildir; en huzurlusundan… kısaca, ebemkuşağı gibidir mahallenin taçsız kralı. Peki neydi futbolun efsane ismi Metin Oktay’ın alamet-i farikası. Dilerseniz gelin sizlerle Metin Oktay’ın bilinmezlerine doğru bir yolculuğa çıkalım.
10 numara Metin Oktay’ın 8 numara sevdası
Daha 9-10 yaşlarında İzmir’in Meltemini arkasına alıp koşmaya başlar meşin yuvarlağın peşinde. Öyle ki perşembenin gelişi çarşambadan bellidir misali, tozunu attırır sokakların. Her erkek çocuğu gibi gönül verir futbola… Altay’ın, Göztepe’nin, Karşıyaka’nın, Altınordu’nun maçlarını kirpiğini bile oynatmadan izler. Ama biri vardır ki o çıktı mı sahaya, adeta kilitlenir, dünya durur… Sait Altınordu… çocukluğunun kahramanı... Onun gibi olmayı, onun gibi topa vurmayı düşler.
Nihayet düşleri gerçek olur ve hayranı olduğu Sait Altınordu gibi 16 yaşında İzmir’in amatör kulübü Damlacık’ta forma giymeye başlar. Hatta takımın ilk 11’inde yer alır. Ama tek bir hayali vardır Metin Oktay’ın, Sait ağabeyi gibi “8” numaralı formayı giymektir arzusu. O mahcup tavrıyla kulüp yöneticilerinden “8” numaralı formayı giymeyi rica eder… kırmazlar bu genç yeteneği …Metin Oktay, hayalini kurduğu o “8” numaralı formanın hakkını verir ve gol kralı olur.Yıllar yılı Galatasaray’da “10” numarayla top koştursa da gönlü daima “8” numarada kalır. Belki de “8”, Kralın çocuk düşlerinin rakamıdır.
Metin Oktay’ın 9 aşkı
1954-1955 sezonu öncesinde İzmir spora transfer olur Metin Oktay. Ve bu transferle profesyonel futbol hayatı da başlar. Sadece bir sezon oynayacağı İzmir spor yöneticileri; “Sen golcü adamsın, golcüler 9 numaralı formayı taşır.” deyince aklı her daim “8” numarada olsa da çaresiz kabul eder ve  9 numaralı formayla top koşturur İzmir sporda.  9 numarayla da gol kralı olur… ne büyük tesadüftür ki 9 onun için sadece forma numarası olmakla kalmayacak ilerleyen yıllarda yaşadığı aşklar da bu rakamla telaffuz edilecektir.
1955’te Galatasaray’la anlaşıp İzmir’den İstanbul’a geldiğinde henüz 19 yaşında , aşkın ve sevdanın baharında genç bir delikanlıdır Metin Oktay. Şöhreti ondan önce ulaşmıştır İstanbul kadınlarına... ama onun aklı ilk gönül sızısı Oya’sında, İzmir’de kalır. Öyle ki kampta bulunduğu sırada Oya’sından gelen bir telefonla atlayıp İzmir’e gidecek fakat “Galatasaray mı ben mi?” diye kendisini tercih noktasında bırakan Oya’nın karşısında hiç tereddüt etmeden Galatasaray’ı tercih edip İstanbul’a geri dönecektir. Mazide tatlı bir anı, içinde inceden bir sızı olarak kalır Oya. Teselliyi yedi tepeli şehrin güzellerinde bulmaya çalışır başarılı golcü. Öyle ya sadece futboldaki başarısı değil, yakışıklılığı ve centilmenliği de efsane gibi yayılır dilden dile. İstanbul’daki ilk tesellisi sahnelerin, tiyatro ve sinemanın vamp kadınlarından Mualla Kaynak olur. Bir sonraki sefer gönlünün ezgilerini türküler söyleyen Feriha Şen’in ezgilerine katar. Bir süre Maria Vincent’in limanında soluklanır. 1952  Türkiye güzeli, paşa kızı Ceylan Ece’ye kaptırır gönlünü. Ceylan’ın hezeyanını hemşerisi Ayfer Feray’ın kollarında teselli arayarak gidermeye çalışır. Bir başka Ayfer’in, Ayfer Tatari’nin gözlerinde arar bu sefer aşkı. Doludizgin giden bu aşk da bir başka İzmirli Gönül Yazar’la tanışıncaya kadar sürer. Aynı filmde rol aldığı Gönül Yazar’la ilişkisi de ikinci kez evlenmeyi düşüneceği kadın Servet  Kardıçalı ile tanışınca Gönül Yazar’ın aradan çekilmesiyle son bulur. Gönlünün Servetini bulmuştur artık ve Oya’sından sonra bir kez daha nikah masasına oturur ve bu evlilik ömürlük olur Kral’ın hayatında.
Nasıl ki “8” çocuk düşlerini anımsatıyorsa, “9” da onun için hem forma numarası hem de şairin dediği gibi ‘aşk resmi geçidi’nin numarası olarak kazınır hafızalara. Ve tabi ki 10 numara, yıllar geçse de hala Metin Oktay’ın forması olarak Galatasaray camiasında unutulmaz oyuncuların forma numarası olur.
Demir parmaklıklar ardında bir taçsız kral

27 mayıs 1960 darbesinin ilk aylarıdır. Metin Oktay 1955’de 5 seneliğine bir Chevrolet karşılığında Galatasaray’a transfer olur.
10 Haziran 1959 tarihinde Galatasaray ile Fenerbahçe takımları arasında oynanan maçta Fener ağlarını delen o meşhur golünü atması Türkiye’de aylarca en çok konuşulan konu haline gelir. Tabi bu durumda ağları inleten bu genç adam ülke gündeminin baş aktörüdür artık. Adeta bir kahramandır. Fakat sahalarda yakaladığı bu başarı bir anda başına dert olur Metin Oktay’ın.
14 Eylül 1960’da Milliyet gazetesi birinci sayfadan bir haber girer. Büyük puntolarla manşete taşınan haber şöyledir; “Polis ve savcının aradığı adam 40 bin kişi tarafından alkışlanıyor, golleri atıyor ama bir türlü yakalanamıyor. Oysa asker kaçağı Metin Oktay bugün sahaya çıkıyor.” Metin Oktay, askerlik yaptığı dönemde maç izinleri karnesine işlenmediği gerekçesiyle 8 gün eksik askerlik yaptığı iddiasıyla 1960’da aranmaya başlanır. Ama askerliğini yapan ve eline tezkeresini alıp terhis olan Metin Oktay’ın arandığından haberi bile yoktur
Gazetede haberin çıktığı günün ertesinde, yani 15 Eylül 1960’da Metin Oktay tutuklanır ve Toptaşı Cezaevi’ne konur. Toptaşı ve Paşakapısı cezaevinde tam 45 gün yatar.
29 Ekim sabahı, cezaevinden çıktıktan bir gün sonra, Gündüz Kılıç Metin Oktay’ın odasına gider ve “ Biliyorum oynayacak durumda değilsin ama seyirci seni görmek istiyor. Karagümrük’e karşı seni oynatmak istiyorum, üzülme verebileceğini ver sen bize çok maç kazandırdın, bugün de senin yüzünden kaybedelim, seni bekleyen seyirciye ne olur bu saygıyı gösterelim.” der.
Metin Oktay yorgun ve antrenmansız çıktığı bu maçta Karagümrük’e 2 gol atar ve o gün oynanan maç 3-0 alınır. Maçtan sonra Metin Oktay soyunma odasına kusa kusa ve ağlayarak gider. Galatasaray'ından ayrı geçirdiği günler ve tribünlerin sevgisi yaş olup akmıştır Kralın gözünden.

 Ümit Besen şöhretine Metin Oktay dokunuşu
 
Metin Oktay’ın yeşil sahalarda fırtınalar estirdiği, attığı gollerle fileleri delip geçtiği yıllarda Osmaniye’de ve civar köylerdeki düğünlerde org çalıp şarkı söyleyen bir gençtir Ümit Besen. ‘Filmler gerçek hayattan kesitlerdir’ lezzetinde bir tesadüftür onların karşılaşması. Teyzesinin düğününde, Çukurova Kulübünde org çalıp şarkı söylediği sırada, o an arkadaşlarıyla kulüpte bulunan Metin Oktay’ın kendisini dinlemesiyle değişir tüm hayatı bu genç müzisyenin. Ve Metin Oktay’ın tavsiyesiyle Tarabya sahnelerine transfer olur Ümit Besen .  Kralla bir türlü tanışma fırsatına nail olamaz ama hayallerine giden yolu inşa eden Metin Oktay’ın ismi hep sevgi ve saygıyla çınlar kulaklarında.
Efsaneler kolay yazılmaz ve efsaneler asla unutulmaz. Transfer için önüne konulan açık çeki “Bizi sevenlere ayıp etmeyelim baba.”  deyip geri çevirecek kadar sadık, rakip takımın formasını giyecek kadar centilmen, takımını yenilgiye uğratan genç futbolcunun kendisiyle fotoğraf çekilme isteğine “Sen benimle değil ben seninle resim çektirmek istiyorum. Bugün maçın kahramanı sensin.” diyebilecek kadar alçakgönüllü, “Bence Galatasaraylılık din gibi, mezhep gibi yerleşmiş, köklü bir inançtır. Galatasaray'ı işte bunun için tercih eder ve Galatasaraylılığımla her zaman gurur duyarım. diyecek kadar tutkulu bir adam. Mahallenin en afili, en yakışıklı abisi, Türk futbolunun Taçsız Kralı Metin Oktay.

 

Yazmak üzerine bir yazı...

Öyle zaman olur ki bir yazma isteği gelir kurulur zihninin baş köşesine… kelimeler uçuşur kafanda, birini tutsan diğeri kaçar… tam başka birini yakaladım derken alakasız bir yerden diğeri çekiştirir eteklerinden. Bir an bakmışsın ki kalem senin avuçlarının arasında değil de sen onun esaretindesin. Olanca süratiyle yetişmeye çalışırsın zihninde uçuşanlara. Çocukluğun der; tut elimden, gökyüzü ağlar hadi benden bahset diye, sevdalık çöreklenir yüreğine, tutayım ucundan derken… bir sokak çocuğu yapışır yakana iki kelam da benim için karala diye. Derleyip toparlayıp hayata yedirmeye çalışırsın. Olmadı genel bir konu olsun, hayat olsun anlatacağım dersin ve bir bakarsın ki seçtiğin konu öyle uçsuz bucaksız, öyle derin ki daldıkça çıkamıyor, yazdıkça çoğalıyorsun.

 
Dedim ya gökyüzü ağlar bahset benden diye dur şunun bir gönlünü eyleyeyim… ben kelimelerin peşinde hızımı alamazken cama vuran damlalar da sanki daha hızlı düşüp toprağın dudağına yapışma çabasında. Hasret uzun sürdü, senin en derinine nüfuz etmek için acelem der gibi… gökyüzü, ne çok ağlarsam o kadar temizlerim dünyayı telaşında. Ya vuslat anının etrafa yaydığı koku, iki ölümlünün kasıklarından süzülen günahın kokusu sanki. Öylesine baş döndürücü, öylesine davetkar… çek beni, nefesinde erit dercesine.

Çocukluğum göz kırpıyor… yapma, beni utandıran şeyler söyleme diye. Yağmur masum, toprak masum, gökyüzü sonsuz ve alabildiğine mavi o yaşlarda. Toprak yağmurla bu denli şehvetli sarılmamış ben günahla henüz tanışmamışken. Çıksam, iliklerime kadar çeksem bu kavuşmanın kokusunu, sırılsıklam olsam, düşsem çamura, yine kalksam, temizler mi yağmur beni. Alır mıyım masumiyetimi hoyrat hayatın elinden? Sıfırlar mı doğa hatalarımı? Yoksa çamur daha da mı içine çeker. Kurar mıyım çocuk düşlerimi, gider miyim bir şekerin peşinden? Kafamı uzatsam camdan, fısıldar mı yağmur bana çocukluğumun şarkılarını? Toprak tutup kaldırır mı elimden? Teslim eder mi beni yağmura? Arınır mıyım yağmurla?

Ey hayat peki sen unutabilir misin bunca pisliği, kiri? Açar mısın yağmur sonrası güneşini? Ya umut… sen tutar mısın elimden?